20 Temmuz 2008 Pazar

Olasılıksız

Bugün bitirdim kitabı. Hakikaten de kitabın arka kapağında yazdığı kadar iddialı bir kitap: "Bitirmek için yarını, başkasına anlatmak için bitirmeyi bekleyemeyeceksiniz." Her muhabbette o kadar lafı geçiyordu ki, arkadaşlar artık "Yeter be, iyi ki bir kitap okuyormuşsun." kıvamına gelmişlerdi. Ama onlar da okusaydı kitabı, hiç böyle düşünmezlerdi. Müthiş sürükleyici bir kitap. İçerisindeki ağır matematiksel, fiziksel ve felsefi göndermelere rağmen, heyecan bir an bile düşmüyor. Kitabın filmi çekileceği kesin de, bence en az 2 sezon sürecek bir dizi bile çekilebilir. O kadar dolu dolu bir aksiyon var kitapta. Aynı zamanda dram da var. Müthiş bir sürpriz sona sahip. Okumayanlar, kesinlikle çok şey kaçırıyorlar. Sırada Adam Fawer'ın ikinci kitabı "Empati" var. Eminim o kitap da, Olasılıksız kadar güzeldir.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Madımak Müze Olsun

15 yıl önce bugün tekbir getirip, "Yahın la yahın" diye anırarak, o ateşi yakan ve 35 masum insanın diri diri yanmasına sebep olan gerici, faşist, aşağılık insanlar: Mutlu musunuz? Geceleri rahat uyuyabiliyor musunuz? O öldürdüğünüz insanların ruhları boyunlarınıza yapışmıyor mu? Hani siz iyi müslüman, sizin gibi düşünmeyenler de 'Allahsız gomünist' ya... Onun için bir de şöyle sorayım: Kur'an'da bir insanın canını yalnızca Allah'ın alabileceği yazmıyor mu? İslam dini, sevgi ve hoşgörü dini değil mi? Bir insanı öldüren, bütün bir insanlığı öldürmüş sayılmıyor mu? Bunları bilmeden nasıl Müslüman olunuyor? Sizin kalbiniz nasıl katran bağlamış? Sizin anlayacağınız dilden konuşmaya devam edeyim: Hepiniz birgün ölecek ve hesap vereceksiniz. Ve o gün, sizin yaktığınız ateşin milyarlarca kat fazlası yakılacak. Siz de o masum insanları öldürdüğünüz için, aynen o ölenler gibi, o ateşin içinde yanacaksınız.

O gün ölen 35 kişinin anısına sahip çıkmak ve bu olayı bir ibret vesikası gibi hatırlamak için, Madımak Oteli'nin müze yapılması isteğine ısrarla karşı çıkan değerli yönetici abilerim: Orada şimdi bir kebapçı var. Siz de gidin oraya, birer cağ kebabı yiyin afiyetle her gün. O yağlı göbeklerinizi daha da büyütün. Elbet sizin de gelecek hesap gününüz.

16 Haziran 2008 Pazartesi

Güzel Günler Göreceğiz

... hani şimdi bize cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır
yalnız cumaları, yalnız pazarları
hani şimdi biz bir peri masalı dinler gibi seyrederiz ışıklı caddelerde mağazaları
hani bunlar 77 katlı yekpare camdan mağazalardır
hani şimdi biz haykırırız
cevap, açılır kara kaplı bir kitap
zindan, kayış kapar kolumuzu
kırılan kemik, kan

hani şimdi bizim soframıza haftada bir et gelir
ve çocuklarımız işten eve sapsarı iskelet gelir
hani şimdi biz inanın güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler göreceğiz
motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
ışıklı maviliklere süreceğiz ...

15 Haziran 2008 Pazar

Nasıl Ya!

Hasta mısınız, psikopat mısınız siz birader? 3 maç, yani toplam 270 dakika oynadınız. Bu 270 dakikanın ilk 250 dakikası saç-baş yoldururken, son 20 dakika bir mucize yaşattınız. Kastınız mı var akıl sağlığımıza? Nasıl bir maçtı bu? Milli takım tarihinde kaç tane vardır böyle maç? Puan bile alamadan grup sonuncusu oluruz demiştim ama çok fena yanıldım. İyi ki de yanılmışım. Nasıl oldu hiç anlamadım ama artık çeyrek finaldeyiz. Rakibimiz Hırvatistan. Almanya'yı tarumar ettiler, bizi de harcar bunlar derdim ama artık temkinliyim. Gaza geldim ve Hırvatistan'ı da yeneriz diyorum. Volkan yok, Aurelio yok, Emre Güngör yok. Servet'in kırılmadık yeri kalmadı. Tuncay 3 maçta da varlık gösteremedi. İlk maçın yıldızı Kazım'ın bu maçta eli ayağına dolaştı. Ancak bu maçla kendimize geldik ve umarım Hırvatistan maçında da, bu maçın ikinci yarısında oynadığımız gibi bir futbol oynarız. Ondan sonra istersek yenilelim. Kendimize güvenince neler yapabildiğimizi gördük.

İlk golümüzü atana kadar çok silik bir futbol oynadık ama ne olduysa 75. dakikadan sonra oldu. Arda'nın golünden sonra bir güç, bütün dengeleri değiştirdi. Çekleri kendi sahalarına hapsettik. Dünyanın en iyi kalecilerinden olan ve maç öncesi "Abi bu adama gol atılmaz" dediğim Cech, ikinci golü bize hediye etti. "Oh be, penaltılara kaldık, bakarsın yeneriz ya" diye düşünürken, uzaklardan Nihat, Cech'i bir kez daha avladı. O dakikadan sonrasını pek hatırlamıyorum ama kendimi "Dört, dört, dört" diye bağırırken buldum birden. Son dakikalarda Volkan, o çok gereksiz hareketi yapıp oyun dışı kaldı ve zaten yeterince tavan yapan heyecanı daha da artırdı. Tuncay'ı kaleci formasıyla görüp daha da eğlendim. Hakem son düdüğü çaldığında bir mucize gerçekleşmişti ve biz çeyrek finaldeydik.

Bence maçın yıldızı, 2 gol atan Nihat ve sakatlığına rağmen sahada basmadık yer bırakmayan Servet'ti. Servet, oynadığı 3 maçta da sonuna kadar mücadele etti ve takımın bu başarısında en büyük paya sahip oldu. Arda, Portekiz maçında da oynamış olsaydı, o maç belki de daha farklı sonuçlanacaktı. Turnuvadaki diğer 15 takımın teknik direktörleri maçlar boyunca sakince yerlerinde oyunu takip edip, yeri geldiğinde futbolculara taktik verirken; Fatih Terim'in neden 90 dakika boyunca bağırdığını anlayamadım. Maç boyunca ve maç sonrası yaptığı ilginç jest ve mimikler, o kendinden emin tavırlar, verdiği beyanatlar, bana pek samimi gelmiyor. Biraz daha sakin olsa, daha sevimli görüneceğini düşünüyorum.

Artık çeyrek finaldeyiz ve milli takımımızı en az bir maç daha izleyeceğiz. Yukarıda da belirttiğim gibi, umarım kendimize güveniriz ve güzel bir futbol oynarız. Tüm Türkiye'ye bu akşamki gibi heyecanlı bir 90 dakika yaşatmanız dileğiyle...

11 Haziran 2008 Çarşamba

Adeta Aşka Hipnozum

Hande Yener son 2-3 albümüyle büyük risk aldı ve kariyerini de riske attı. Ama bana göre başarılı oldu ve şu anda rakipsiz bir konuma geldi. Rakipsiz diyorum çünkü onun yaptığı müziği yapan başka bir isim yok. 'Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor' en iyi Türk pop albümlerinden biridir. Hande Yener de, o albümüyle pop müzikteki başarısını kanıtlamış ve en iyiler listesinde en üstlere yerleşmişti. Ancak sonrasında gelen 'Apayrı' albümüyle, tarzında değişikliğe gittiğinin sinyalini vermişti. Daha sonra çıkardığı 'Nasıl Delirdim'de ise, pop divası Hande Yener gitmiş, yerine Türkiye'nin Björk'ü gelmişti. Son albümü 'Hipnoz' ise artık Hande Yener'in sesinin ülke sınırları dışından da duyulacağını gösteriyor. 'Hipnoz', baştan sona bir elektronik müzik albümü. Hande Yener'i böylesine bir risk alarak başarılı olduğu için kutlamak gerekir. Türkiye'de elektronik müzik alanında çok fazla isim yok. Bu işi bir zamanlar Aylin Aslım denemişti ancak pek başarılı olamadı. Bence Aylin Aslım'ın ilk çıktığında yaptığı müzik, şu ankinden çok daha kaliteliydi ama o, tarzını değiştirerek, elektronikten, alternatif rock'a kaydı. 110 gerçekten kaliteli müzik yapıyor. Hatta 'Ağlama' adlı şarkıları, bence bu zamana kadar yapılmış en iyi Türkçe sözlü elektronik müzik parçası. Makine ve Ayyuka grupları da, bu tarzda güzel işler yapıyorlar ancak seslerini duyabilen fazla kişi yok. Replikas, Baba Zula ve Fairuz Derin Bulut'u elektronik müzikten çok, farklı bir kategoriye koyuyorum. Ha, belki ilginç gelecek ama Ayşe Hatun Önal'ın 'Sustuysam' albümünü de başarılı buldum. Bu albümü de elektronik müzik kategorisinde sayabiliriz. Vokal çok kötü tamam ama müzikler ve düzenlemeler dikkat çekici bu albümde. 'Kalbe Ben' klibi de müthiş olmuş.

İyi bir müzik dinleyicisi olduğumu düşünüyorum, ayrıca elektronik müziği de çok severim. Hande Yener'in bu albümü, daha ilk dinlememde beni yakaladı. Bu yüzden başarılı bir albüm diyebilirim. Her albümde olduğu gibi, bu albümde de şarkı sözlerinin büyük çoğunluğu Hande Yener'e, müziği Erol Temizel'e ait. 2 şarkıyı da Harun Tekin yazmış. Sanat yönetmeni de Kenan Doğulu. Albüm fotoğrafları bile çok farklı. Bu fotoğrafta Hande Yener, Terminator filminden fırlamış gibi. Bu fotoğraf ise albümün genelini özetler nitelikte. Albümün en iyi parçaları 'Hipnoz', 'Pinokyo' ve 'Sanma'. Çıkış parçası 'Hipnoz' radyolarda ve müzik kanallarında bıktırıncaya kadar çalınıyor zaten, oradan da dinleyebilirsiniz.


10 Haziran 2008 Salı

İlk Maçların Ardından

Aylardır beklediğimiz Euro 2008 geldi, gruplarda ilk maçlar da sona erdi. Her akşam eve gelip arka arkaya 2 maç izlemek çok keyifli. Her sene olsa şu turnuva. Neyse, ilk maçlar sonunda takımlara bir göz atalım. A grubunda Türkiye, grubun ve turnuvanın en zayıf takımı olarak görünüyor ne yazık ki. Maçlar başlamadan önce de belliydi böyle olacağı ama yine de bir umudumuz vardı. Portekiz maçında gördük kü, bizim ne bir taktiğimiz, ne bir sistemimiz, ne de ideal bir onbirimiz var. Fatih Terim de artık fantezi peşinde. Ne yaptığını kendi de bilmiyor eminim ki. Kalan iki maçtan da puan çıkaracağımızı sanmıyorum. İsviçre hala bildiğimiz gibi. Kendilerine göre bir oyun stilleri var. Çok beklentileri olduğunu sanmıyorum. Ev sahibi olmaları hasebiyle, hakemlerin de iteklemesi sonucu gruptan ikinci olarak çıkarlar, çeyrek finalde de Almanya'ya kaybederler. Portekiz, şampiyonluğun en büyük adaylarından. Önemli yıldızları var ve çok güzel futbol oynuyorlar. Grup lideri olarak çıkarlar ve en az yarı finale kadar giderler. Çek Cumhuriyeti, ikincilik için İsviçre'yle çekişiyor. Türkiye'yi yenerlerse ikinci olarak çıkabilirler. Bence takımın en iyisi, kaleci Cech.

B grubunda Almanya, kupanın diğer bir favorisi. Ballack, Klose ve Podolski üçlüsü daha çok canlar yakar. Almanya'nın final oynayacağını düşünüyorum. Polonya'nın birşeyler yapacağını zannetmiyorum. Ancak Hırvatistan-Polonya maçı, grup ikincisini belirleyecek gibi görünüyor. Hırvatistan, sevdiğim takımlardan biri. İyi futbolcuları var ve bence gruptan çıkarlar. Avusturya herkes gibi, beni de çok şaşırttı. Ev sahibi kontenjanından kupada yer aldı ama ilk maçta oynadığı futbolla, herkesi kendine hayran bıraktı. Hırvatistan maçında en az beraberliği haketmişlerdi ama yine tecrübe kazandı. Martin Harnik ve Ümit Korkmaz, şampiyonanın yıldız adaylarından. Ancak Avusturya'nın daha fazla sürpriz yapacağını sanmıyorum.

C grubu tam bir ölüm grubu. İlk maçlar sonucu Hollanda, grup liderliğini kaptırmaz gibi görünüyor. Euro '96'dan beri takip ettiğim ve sempati beslediğim bir takım Hollanda. Portakal rengi formaları, coşkulu taraftarları, güzel futbollarıyla katıldıkları her turnuvada şampiyon olmalarını istemişimdir. Ama nedense bir Almanya, İtalya, İspanya ya da İngiltere gibi 'Avrupa devi' ünvanını kazanamamıştır hala. Bu kez finale çıkıp, kupayı almalarını istiyorum ama içimden bir ses 'Yine olmayacak' diyor. Umarım içimdeki o ses yanılır da Hollanda kupayı alır. İtalya ilk maçta sert bir tokat yedi. 3 farklı yenilgiyi hiç beklemiyorlardı eminim. Artık Fransa'yı mutlaka yenmek zorundalar ama Fransa da ilk maçta puan kaybettiği için, bu pek de kolay olmayacağa benziyor. Fransa'nın Romanya karşısındaki tutuk futboluna çok şaşırdım. Turnuvada izlemekten en çok hoşlanığım futbolcu olan Ribery bile kendini gösteremedi bu maçta. Bu şartlarda İtalya-Fransa maçı, kıran kırana geçeceğe benziyor. Bu grupta Romanya'yı da yabana atmamak lazım. Belki yıldız oyuncuları yok ama oturmuş bir sistemleri var ve bu da futbolda başarı için gerekli olan en büyük etkenlerden biri. Özetle C grubunda nasıl bir tablo oluşacağı, son maçlar oynanana kadar belli olmayacak.

D grubunda İspanya tartışmasız favori. Rusya'yı ezdi geçti ve o da kupanın başka bir favorisi. Villa da attığı üç golle, gol krallığının en büyük adayı haline geldi. Rusya'nın bu grupta bir varlık göstereceğini düşünmüyorum. Grup sonuncusu olarak tamamlarlar turnuvayı. Ben yazıyı yazdığım sırada İsveç-Yunanistan maçının ikinci yarısı golsüz beraberlikle devam ediyordu. İki takım da kontrataktan gol atabilir ama umarım golü atan taraf İsveç olur. Zira Yunanistan'a geçen Avrupa şampiyonluklarından beri bir antipatim var. O iğrenç futbolları bu maçta da devam ediyor. Defansa koy 4 tane uzun boylu adamı, dakikalarca topu kendi yarı sahanda çevir ve rakip takımı üstüne çekmeye çalış, katı bir defans yapıp seyir zevkini katlet, kontrataktan ya da serbest vuruştan bir gol bulursan da iyi olur işte. Bunların oynadığı futbol 20 yıl öncesinde kaldı. Bu oyun sonrası kazanılan bir şampiyonluğun, benim gözümde hiçbir değeri yoktur. O kadar yürekten istemişim ki, İbrahimoviç müthiş bir vuruşla İsveç'i öne geçirdi. Umarım kalan iki maçta da yenilirler ve ağızlarının payını alıp dönerler evlerine.

Sonuç olarak, kupanın en büyük favorileri Portekiz, Almanya, Hollanda ve İspanya. Bunların haricinde bir takım finale çıkarsa açıkçası sürpriz olur. Türkiye maçlarını da zevkle izlemek isterdim ama ne yazık ki sinirlenmekten başka birşey hissedemiyorum. Bir an önce toparlanıp kendi sistemimizi oturtmamız lazım. Bu iş de 2-3 günde yapılacak şey olmadığı için, en erken başarının bir dahaki Avrupa şampiyonasında gelebileceğini düşünüyorum. Çok ilginç bir şekilde Türk Milli Takımı'na karşı acayip bir antipati oluştu bende. Peşpeşe alınan başarısız sonuçlar, Fatih Terim'in ve futbolcuların aşırı milliyetçi tavırları, bu antipatinin arkasındaki en büyük sebepler. Umarım bir an önce zevk veren bir futbol oynamaya başlar ve futbolun bir memleket meselesi değil, yalnızca bir eğlence olduğunun farkına varırız.

3 Haziran 2008 Salı

Feel Good Vol.1



Kendi hazırlamış olduğum, çoğunlukla indie parçalardan oluşan hoş bir albüm. Umarım beğenirsiniz. Eğer beğenilirse, serinin devamı da gelecek. İyi dinlemeler...



1. Beach House - Darling
2. Regina Spektor - Fidelity
3. Explosions In The Sky - First Breath After Coma
4. Mia - Jimmy
5. Ayşe Hatun Önal - Kalbe Ben
6. Midnight Movies - Lion Song
7. Nina Persson & Nathan Larson - Losing My Religion
8. Ironville - Roses
9. Martha Wainwright - You Cheated Me
10. Santogold - You'll Find A Way

http://rapidshare.com/files/119859918/Feel_Good_Vol_1.rar

20 Mayıs 2008 Salı

5 Tane

Son zamanlarda sözlüğe ve foruma yazmaktan, burayı epey ihmal ettim. Uzun süredir de Top 5 yapmadığım aklıma geldi. İşte son günlerde en çok şu 5 şarkıyı dinliyorum ve herkese tavsiye ediyorum:

1 - Sakin - Edepsiz Komedya
2 - Kreş - Zaman Yok
3 - Kırkaltı - Bazen
4 - 6 Saat - Don't Jenny
5 - Çilekeş - Katil Dans

20 Nisan 2008 Pazar

'Thriller' 25 Yaşında

8 Grammy ödülü ve 40 milyon adetle dünyanın en çok satan albümü. 13 dakikalık kısa film tadındaki klibiyle, bugüne kadar yapılmış en iyi pop şarkısı. Michael Jackson'ın 'Thriller'ı, 25 yaşında.

http://www.youtube.com/watch?v=AtyJbIOZjS8

Where Were We?

Çünkü beysbol, striptizciler ve silahlar yardım edebilirlerken, gönül yarasını iyileştiren tek şey gerçekte "zaman" idi.

How I Met Your Mother, Sezon 2-Bölüm 1

13 Nisan 2008 Pazar

Gündeme Bakış

Barosso denen adam Türkiye'ye gelip, meclis kürsüsünden Türk yargısına ve savcılara küfrediyor, Türkiye'yi aşağılıyor, tehdit ediyor ve bazıları da bu sözleri alkışlayıp, koz olarak kullanıyor. İngiliz Kraliçesi'ne bağlılık yemini etmiş, CIA'de tercüman olarak çalışmış bir kişi, bu ülkede bakanlık yapıyor. AKP'nin kapatılması davasını görüşecek olan Anayasa Mahkemesi'nin başkanı, o partinin milletvekilleriyle görüşüyor, bakanlarıyla yemek yiyor. Mahkeme üyeleri bazı insanlar tarafından tehdit ve telkin ediliyor. Kampüs içine silahla girip, kendi gibi düşünmeyen öğrencilere "öldürmek için" ateş eden Kabasakal kılıklı, kel kafalı faşist, yakalanıp mahkemeye götürülürken, kameralara o çok bildik sözleri haykırıyor: "Vatan sağolsun!" Diğer faşistler de, o adamı "kahraman" ilan edip, adına gruplar kuruyorlar. İtalya'dan dünyayı dolaşmak için yola çıkan Pippa Bacca, İtalya-Türkiye arasındaki ülkeleri sorunsuz geçiyor ancak Türkiye'de tecavüze uğrayıp, öldürülüyor ve toprağa gömülü bir halde bulunuyor. Bazı insanlar da çıkıp "Ne işi varmış o gelinlikle, tek başına burada? Otursaymış evinde." şeklinde iğrenç yorumlar yapıyorlar. "Ekonomi iyi, istikrar devam ediyor." denilen ülkemizde, benzine 3 ayda yüzde 25'e yakın, pirince yüzde 130 zam geliyor, Euro 2 liranın üstüne, enflasyon çift haneli rakamlara çıkıyor ve bunların hepsi "sadece" dünyanın genelinde yaşanan ekonomik krize bağlanıyor. Ama o kadar da karamsar olmayalım, bu ülkede iyi şeyler de yaşanıyor. Mesela çok uzun bir aradan sonra meclisteki tüm parti ve gruplar, ortak bir amaç için bir araya geldiler. AKP, CHP, MHP, DTP ve DSP, milletvekillerinin "gazi" statüsünde sayılıp, kendilerinin ve yakınlarının kesinti yapılmadan sağlık hizmetlerinden yararlanmasını sağlayan yasa tasarısını kolayca meclisten geçirdi. Ayrıca nazar değmesin, 1 haftadır falan YouTube açık; bu kez Google Groups engellenmiş ama olsun. Ne olursa olsun, ben ülkemi çok seviyorum.

10 Nisan 2008 Perşembe

Yok Artık!

Yılmaz Özdil'i severim. Yani çok da sevmem aslında ama yazınca güzel şeyler yazıyor. Ama işte yazınca... Her gün köşesinde harften çok boşluk görüyoruz. Koskoca köşede toplasan 15-20 kelime yok. Az lafla çok şey anlatmaya çalışıyor diyeceğim ama, o da ayda bir, bilemedin iki kere olur. Bu adam bunu hergün yapıyor. Nedir bu space ve enter tuşlarına olan tutkusu, anlayabilmiş değilim. Hergün paragraflarca yazı yazıp birşeyler anlatmaya çalışan köşe yazarları enayi de, sen mi akıllısın? O kadarcık yazı yazıp aldığın binlerce dolar maaşı yerken; on kuruş maaşa sıcak, soğuk, yağmur, yorgunluk, işkence demeden saatlerce haber peşinde koşan muhabirlerin hakkını yediğini düşünmüyor musun? Bu yazıları, köşe yazısı diye kabul edip, orta sayfada yayınlamaya devam eden Ertuğrul Özkök'e de hiçbirşey demiyorum, çünkü onun gazetecilik etiği de ortada. "Çok zoruna gidiyorsa Hürriyet alma o zaman"a çıkıyor olay, zaten aldığım yok bu gazeteyi. Yılmaz Özdil'in bu tarzını biliyordum, ama bugünkü yazısını gördükten sonra, kendisine söyleyecek söz bulamıyorum. Bu nedir ya? Yuh artık....

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/8663316.asp?yazarid=249&gid=61&sz=39024

30 Mart 2008 Pazar

Feridun Düzağaç - Uykusuza Masallar


1. Çok Geç
2. Beni Bırakma
3. Yeniköy
4. Kara Kara
5. Söz Ver
6. Kurumuş Ölüyorken
7. Çok Aşık
8. Yüzün
9. Özledim
10. Hazırcevap
11. Ardından
12. Senin İçin

Feridun Düzağaç eskisi gibi değilmiş, ilk albümleri daha güzelmiş, şarkı sözü yazsın, şarkı söylemesinmiş... Bu yorumların hiçbiri umrumda değil. Feridun Düzağaç bomboş bir albüm çıkarsın, yine de dinlerim, beğenirim. O yaptıysa güzeldir. O ne yaparsa güzeldir. Hem bana hep güzel şeyleri, güzel günleri hatırlatır kendisi. Onu dinlerken mutlu olurum. Neyse... 'Uykusuza Masallar', adıyla, kapağıyla, tarzıyla tam bir Feridun Düzağaç albümü. İsmi ile müsemma, tıpkı uykusuz bir çocuğa anlatılan masallardaki gibi dinlendirici, huzur verici. Bu kez önceki albümlerinde olduğu kadar depresif değil; biraz daha umut var, aydınlık var. Albümde en sevdiğim şarkıyı söyleyemeyeceğim, çünkü hangi şarkıyı seçsem, diğerlerine ayıp olacak.

"inansam düşerdim peşine
ama yalanlar..
bana baktığın gibi,
aynaya bak.."

Redd - Gecenin Fişi Yok


1. Bak Keyfine
2. Mutlu Olmak İçin
3. Sen Kendinde Ol Yeter
4. Kirli Suyunda Parıltılar
5. Falan Filan
6. Dünya
7. Ne Olmaya Geldim
8. Hala Aşk Var Mı
9. Prensesin Uykusuyum
10. Boşver
11. Nefes Bile Almadan
12. Keyifli Bir Gün
13. Roman Kahramanı
14. Artık Melek Değilim
15. Öperler

Redd'in askere gitmeden önce, 20 Temmuz 2007'de Ghetto'da verdikleri unplugged konserin kaydından oluşan bir albüm. DVD ve audio albüm olarak yayınlandı. Grubun '50/50' ve 'Kirli Suyunda Parıltılar' albümlerinde yayınlanmış şarkılarının unplugged halleri yer alıyor albümde. Tüm şarkılar bu halleriyle, asıl hallerinden daha da güzel olmuş bence. 'Artık Melek Değilim', 'Hala Aşk Var mı?', 'Kirli Suyunda Parıltılar', 'Roman Kahramanı' ve diğer harika Redd parçalarını 'fişsiz' olarak dinlemek, ayrı bir keyif veriyor insana. Albümde ayrıca, grubun daha önce yayınlanmamış 'Boşver' adlı parçaları da yer alıyor. Redd hayranlarının, gruba daha da bağlanmalarını sağlayacak, güzel bir albüm olmuş.

29 Mart 2008 Cumartesi

Amerika

Amerika her şeyimi verdim sana, şimdi bir hiçim
17 Ocak 1956 ve iki dolar yirmi-yedi sent.
Kendi kafam bile destek değil bana.
İnsanlarla savaşı ne zaman sona erdireceğiz Amerika?
Al şu atom bombanı kıçına sok.
Kafam bozuk, Amerika, bir de sen üstüme varma,
Kafam yerine gelene dek şiir miir de yazmayacağım.
Söyle bana Amerika ne zaman melekleşeceksin sen?
Ne zaman anadan doğma olacaksın
Ne zaman bakacaksın mezarlıktan Amerika?
Ne zaman milyonlarca troçkistine yakışır olacaksın?
Amerika, kitaplıkların niçin gözyaşı ile dolu?
Amerika, Hindistan'a yumurtaları ne zaman yollayacaksın?
Amerika bu senin kılı kırk yarmalarından bıktım artık.
Ne zaman süpermarket'e gidip, şu güzel gözlerim için
gerekenleri alabileceğim?
Amerika, her şeyin bir yana, eksiksiz olan bir sen varsın
bir de ben, öbür dünya değil.
Şu makinalarına da dayanasım kalmadı Amerika, bil.
Bende bir ermiş olma isteği uyandırdın.
Bu tartışmayı çözmek için bir başka yol olmalı.
Burroughs şimdi Tanca'da, sanmıyorum ki geri dönsün
Korkunç bir şey olurdu bu.
Sen de korkunç musun Amerika yoksa bir oyun mu bu?
Saplantımdan döneceğimi sanıyorsan aldanıyorsun.
Öyle üstüme varma Amerika, ne yaptığımı biliyorum ben.
Amerika, erikler çiçek döküyor.
Aylardır gazete okuduğum yok, her gün
cinayetten birisi Kodesi boyluyor.
Amerika, Wobblie'lere tutkunum ben.
Küçükken komünisttim Amerika, özür mözür de dilemiyorum
şimdi her fırsatta esrar çekiyorum.
Günlerce evde oturup iş olsun diye kilerdeki gülleri seyrediyorum.
Chinatown'a gittiğimde kafayı çekiyorum ölesiye,
ama hiç kimselerle yatamıyorum.
Bu işin içinde bir şamata olduğunu sanıyorum.
Ah! Sen beni Marx okurken görmeliydin Amerika.
Ruh doktorum hiçbir şeyin yok diyor.
Hiçbir şeyim yok gerçekten, Tanrı' ya yakarma dahil.
Mistik görünümlerim ve kozmik titreşimlerim var yalnız.
Amerika, daha sana Max Amcam Rusya'dan döndükten sonra
ona yaptıklarından söz açmadım.
Sana sesleniyorum Amerika.
Heyecanlarının daha Time eliyle yönetilmesine göz yumacak mısın?
Ben Time'a tutkunum Amerika
Her hafta bir tane alıp okuyorum
Köşebaşındaki şekercinin yanından geçerken kapağı beni gözlüyor
Onu Berkeley Halk Kitaplığı'nın bodrum katında okuyorum.
Sana hep sorumluluktan söz ediyor. İş adamları ciddi.
Film yapımcıları ciddi. Herkes ciddi, ben hariç.
Zaman zaman Amerika ben değil miyim diye düşündüğüm oluyor.
Yeniden kendi kendimle konuşmaya başladım işte.
Asya bana karşı ayaklanıyor Amerika.
Bir metelik talihim yok.
En iyisi ulusal kaynakları inceleyip, onlara dönmek.
Ulusal kaynaklarım, biliyorum, iki parça esrar,
binlerce cinsiyet organı, saatde 1400 mil hızla giden
bir özel basılmaz edebiyat ve yirmibeşbin tımarhane.
Cezaevlerinden ve beşbin güneş ışığı altında saksılarda
Yaşayan fakir fukaradan sözetmiyorum.
Fransa'daki kerhaneleri kaldırdım, şimdi sıra Tanca'da.
Katolik olmasına katoliğim ama gene de Başkan olmak istiyorum.
Amerika senin bu alık ve çılgın havanda nasıl kutsal bir yakarma yazabilirim?
Dörtlüklerime Henry Ford gibi devam edeceğim,
yazdıklarım onun çıkardığı otomobiller kadar
kişisel, üstelik her biri değişik cinsiyetten.
Amerika dörtlüklerimi peşin para 2500 dolardan satarım sana,
eski dörtlüklerimi de 500 eksiğine alırım.
Amerika Tom Mooney'i serbest bırak.
Amerika İspanyol cumhuriyetçilerini kurtar.
America Sacco ve Vanzetti ölmemeli. Amerika ben Scottsboro çocuklarıyım.
Amerika, yedi yaşımdayken anam hücre toplantılarında götürürdü beni,
orda bize leblebi satarlardı, bir karneye bir avuç leblebi
beş sent ve söylev beleşti
herkes bir melekti orda Amerika ve işçiler karşı iyi
duygularla doluydu herkes içtendi Amerika ve bilemezsin
parti 1833'de nasıl iyiydi ve Scott Nearing ne hoş
bir ihtiyardı Bloor Ana bir seferinde nasıl da ağlatmıştı
beni bir kez İsrael Amter'i görmüştüm orda.
Her biri birer casus olmalıydı onların.
Amerika biliyorum gerçekten savaşmak istemiyorsun.
Amerika onlar rus haydutları biliyorum.
Ruslar onlar Ruslar ve Çinliler. Ve Ruslar. Ve Ruslar.
Rusya bizi canlı canlı gövdeye indirmek istiyor.
Lüpletmek istiyor. Gücünde çılgına dönmüş Moskof.
Elimizden arabalarımızı ve garajlarımızı almak istiyor.
Chicago'yu ele geçirmek istiyor. Onun kızıl Reader Digest'a İhtiyacı var.
Bizim otomobil fabrikalarımızı Sibirya'ya taşımak istiyor.
Benzin istasyonlarımızı o büyük iğrenç bürokrasi yönetsin istiyor.
İyi bir şey değil bu.
O kızılderililere okuma yazma öğretmek istiyor.
Onun güçlü kuvvetli zencilere ihtiyacı var.
Bizi günde on-altı saat çalıştırmak istiyor.
İmdat.
Amerika bu iş ciddi.
Amerika ben bunları televizyona bakarak çıkarıyorum.
Amerika doğru mu bunlar ?
Hemen çalışmaya başlasam iyi olacak, öyle görülüyor.
Ama orduya yazılmak istemiyorum, ne de fabrikalarda tasviye tekerleği çevirmek,
miyobun biriyim, üstelik kafadan çatlak.
Amerika dönsün çark. Nasılı masılı yok. Şu oğlan omuzlarımızla dönsün.

Allen Ginsberg
Çeviri : Emre Sururi

27 Mart 2008 Perşembe

Gider Gibiyiz

Sağlığımız Osman Müftüoğlu'na, cinsel hayatımız Haydar Dümen'e, evliliğimiz Selin Özkök Karacehennem'e, beslenme düzenimiz Taylan Kümeli'ye, kalbimizin sağlığı Becel'e, hediye anlayışımız tek taşa, aşkımız Mehmet Coşkundeniz'e, yakın tarihimiz TV dizilerine, futbol sevgimiz Ahmet Çakar'a, kişisel gelişimimiz Euro'yla kapılarını açan seminerlere, derin devlet bilgimiz Kurtlar Vadisi'ne, demokrasimiz AKP'ye, vatan sevgimiz Ergenekon'a emanet... Gider gibiyiz...

Fırat Budacı
Uykusuz - 26 Mart 2008

20 Mart 2008 Perşembe

No Country For Old Men


"Bugüne kadar yazı-turada kaybettiğin en büyük şey nedir?" diye sorar Chigurh. Adam anlamaz. Chigurh devam eder: "Yazı mı, tura mı? Bilirsen kazanırsın, bilemezsen ölürsün. Yazı mı, tura mı?" Adam şaşırır. Bu nasıl bir sorudur? Kendisinden nasıl bir seçim yapması isteniyordur? Bugüne kadar hiç seçim yapmak zorunda kalmamıştır ki. Genç yaşta evlendiği eşinin zengin babası, ona kocaman bir arazi ve bir de dükkan bırakmıştır. Artık hayatı zorlamaya, risk almaya ne gerek vardır? Bu ilginç, komik saçlı adam da nerden çıkmıştır? "Ama..?" "Yazı mı, tura mı?" "Tura." Para atılır. Ve evet... "Tura, kazandın." Teksas'ın ıssız çöllerinde marketçilik yapan bir adamın hayatta kalma ihtimali, tam da yazı-turada tura gelme ihtimali kadardır.

İçi para dolu bir çanta... Üç adam... İçiçe geçen hikayeler... İnsanoğlunun 'para' denen kağıt parçasına olan fetişizmi ve çürüyen ahlak kurallarına dair müthiş bir film.

Ed Tom Bell... Yaşlı bir şerif. Ahlaki değerleri temsil ediyor. "Eskiden buralar hep yeşillikti" tarzı kıssalar anlatıp, dünyanın gitgide bataklığa döndüğüne dair hisseler çıkarmamızı isteyen bir 'ihtiyar'. Risk almayı sevmez. Kanunlarla yapması gerektiği belirtilmeyen şeyleri yapmaz. Herşeye yabancı. Hayatı anlamaya çalışmıyor, yıllar öncesinde yaşıyor.

Llewelyn Moss... Teksas çöllerinde av yaparak vaktini geçiren, bir karavanda karısıyla birlikte yaşayan, sıradan biri. Bir gün çölün ortasında, bir hesaplaşma sonrası terkedilmiş arabalar ve cesetlerle karşılaşır. Arabaların birinin içinde henüz ölmemiş bir adam vardır ve o adam Llewelyn'den su istemektedir. Llewelyn, adama su vermez ve arabanın kasasında bırakılmış bir çanta dolusu parayı alarak karavanına döner. Gece, vicdan azabından uyuyamaz ve adama su vermek için bir bidon suyla, olay yerine geri döner. Ancak Llewelyn'in bu yufka yürekliliği pahalıya patlar ve bu dakikadan sonra olaylar gelişir. Para dolu çantayla birlikte, Meksika'ya kadar uzanan gerilim dolu bir kaçışın içinde bulur kendini.

Anton Chigurh... Paranın peşinde, Llewelyn'in ensesinde kovalamaca oynayan psikopat bir katil. Her daim yanında olan tüplü silahıyla, tam bir insan avcısı. Kimin ölüp, kimin ölmeyeceğine tek başına karar verebiliyor. Kurbanlarını öldürmeden önce, uzun uzun sohbet edip, ahiret soruları soruyor. Bu yönüyle Chigurh, Azrail'in ta kendisi. Yana taranmış saç şekli, anlamsız bakışları ve sözleriyle çoğu zaman komik görünse de, elindeki delip geçen silahını görünce tırsıyoruz. Sinema tarihinin en psikopat karakterleri listesinde kesinlikle ilk beşe girer.

'Blood Simple'ın kasvetli havası ile 'Fargo'nun şiddet ve entrikası birleşmiş, ortaya başka bir Coen kardeşler harikası çıkmış. Ethan ve Joel Coen, 'The Ladykillers' ve 'The Man Who Wasn't There'le yaşadıkları durgunluğu, bu filmle aşmışlar. Filmde hiç müzik yok. Müzikle korkutmak ve germek kolay ama müzik olmadan gerilim yaratmak, her yiğidin harcı değil. Bu film, bunu başarıyor. Koyu tonlar ve donuk mekanlar, filmin kasvetli atmosferine katkı sağlıyor.

Javier Bardem, Chigurh rolüyle devleşiyor. Bu adama hayran olmamak imkansız. 'The Sea Inside'de, ötenazi isteyen yatalak bir yazarı, yani Ramon Sampedro'yu canlandırırken ne kadar hayat dolu ve anlamlı bakıyorsa; bu filmde canlandırdığı psikopat katil Chigurh rolüyle, o denli boş ve manasız bakıyor. Yani tam da olması gerektiği gibi. Efsane bir oyuncu olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. 80. Oscar Ödül Töreni'nde aldığı 'En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu' ödülünü sonuna kadar haketmiş. Bardem'in filmdeki ilginç saç stilinin de bir öyküsü varmış: Coen kardeşler, bu saç stilini bir genelev patronunun 1979'da çekilen fotoğrafını model alarak yaptırmış. Bardem'in saçları yapıldıktan sonra ilk tepkisi "Olamaz, iki ay boyunca hiçbir kadın benimle yatmayacak." şeklinde olmuş. Bir anektod da, Bardem'in filmde kullandığı silahla ilgili: O silah, aslında kasaplıkta kullanılan ve sığırları boyunlarını kesmeden öldürmeye yarayan, basınçlı bir cıvata tabancasıymış. Filmde Şerif de bu konuyla ilgili bir hikaye anlatıyordu. Şerif demişken, yaşlı Ed Tom rolünde Tommy Lee Jones, kendinden beklenecek derecede başarılı bir performasn sergiliyor. Llewelyn Moss rolü için ilk önce, Ocak ayında ölen aktör Heath Ledger'a teklif götürülmüş. Ama sonunda Josh Brolin'de karar kılınmış. Brolin de rolünün hakkını vermiş.

Film, Cormack McCarthy'nin romanından uyarlanmış ve bu seneki Oscar Ödülleri'nde 'En İyi Senaryo' ödülünü almış. Adını ise Willim Butler Yeats'in 'Sailing To Byzantium' şiirinin ilk mısrasından almış. Bazılarına çok sıkıcı, hiçbirşey anlatmayan bir film olarak gelmiş ancak ben filmi çok beğendim. Bence tempo bir an bile düşmüyor ve çaktırmadan birçok şey anlatıyor. Coen kardeşlerin en iyi filmi değil belki. Bir şaheser hiç değil. Ama iki saat boyunca hoş vakit geçirilecek, sonunda da biraz şaşırılacak, film gibi bir film.

18 Mart 2008 Salı

Lost: Ji Yeon

Lost, 4.sezon 7. bölüm için spoiler içerir!

Bunu yapmak zorunda mısınız ya? Tam da "Nihayet herşey yolunda gidiyor." derken, yine ters köşeye yatırdılar bizi. Şimdi iki seçenek var. Ya bu bölüm içinde iki tane flashforward var, ya da Jin'in görüntüleri flashback. İkinci seçenek daha mantıklı, çünkü oyuncakçıdaki adam, Ejderha Yılı'nda olduklarını söylüyor. Ejderha Yılı da 2000 senesine tekabül ediyor. Yani kazadan önce, Jin'in kötü adam olduğu senelere. Sun'ın hastanedeki görüntüleri de flashforward ve devamlı Jin'i sayıklaması da, bilinçsiz yaptığı bir hareket. Ancak bu bölümde kafa karıştıran bir soru var: Jin'in mezar taşının üstünde, ölüm tarihi olarak 22.09.2004, yani uçağın düştüğü tarih yazıyor. Acaba Jin uçak düştüğünde mi öldü? Ya da ölüm tarihi, kamuoyunu bir sebeple kandırmak için, bilinçli olarak mı yanlış yazıldı? Bu bölüm de müthişti ve 4. sezonda her bölüm, bir öncekinden daha heyecanlı geçiyor. Oceanic 6'in içine Sun da katıldı. Jin öldüğüne göre, 6. kişi ya Aaron ya da 8. bölümde son kişiyi öğreneceğiz. Bu bölümdeki sürprizlerden birisi de Michael, nam-ı diğer Kevin Johnson. Michael, Sayid ve Desmond'ın bulunduğu teknedeki miço olarak karşımıza çıkıyor. Ben'in teknedeki ajanının Michael olduğu, haftalar öncesinden tahmin ediliyordu, onun için Michael'ı görmek çoğu kişi için sürpriz olmadı. Belki de asıl sürpriz, 8. bölüm olan 'Meet Kevin Johson'da Michael'ın anlatacakları olacak. 8. bölümde ayrıca bir kişi de ölecekmiş. Ben Sawyer'ın öleceğini zannediyorum nedense. Çünkü hiçbir flashforward'da görünmüyor. Ya adada kalacak, ya da sürpriz bir şekilde ölecek. Bir de kötü haber: Önümüzdeki haftadan sonra Lost'a bir ay ara verilecek ve 9. bölüm, 24 Nisan tarihinde yayınlanacak. 4. sezon, toplam 13 bölümden oluşacak ve 5. sezon da Eylül veya Ekim ayında başlayacak. Lostsuz bir 4-5 ay daha geçireceğiz bu yaz.

1 Mart 2008 Cumartesi

Lost: The Constant

Lost 4. sezon 5. bölüm için spoiler içerir!

Bu kez teori yok, tahmin yok, kafa karışıklığı yok. Müthiş bir aşk, Lost tarihinin en güzel bölümü var. 5. bölümü izleyeli 15 dakika oldu, hala etkisindeyim. Boğazım düğümlendi, gözümden yaş geldi. İşte aşk böyle olur. Deli olduğunu düşünsen de, neyi beklediğin hakkında hiçbir fikrin olmasa da, sırf sevdiğin kişi için 8 sene beklemektir aşk. Ve gelecekte olacakları bilmesen de, beklemeye devam edeceğine söz vermektir...

- seni seviyorum, penn. seni her zaman sevdim. çok üzgünüm. seni seviyorum.
- ben de seni seviyorum.
- nerede olduğumu bilmiyorum, ama...
- seni bulacağım, des.
- söz veriyorum...
- ne olursa olsun...
- sana geri döneceğim.
- vazgeçmeyeceğim.
- söz veriyorum.
- söz veriyorum.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Lost: Eggtown

Lost 4. sezon 4 . bölüm için spoiler içerir!

Öncelikle bkz. http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=12657216. 4. bölüm, bence sezonun şu ana kadarki en sakin, ama en heyecanlı bölümüydü. Bu bölümde çok fazla soru işareti yoktu. İlk başta Kate ve Aaron meselesinden başlayalım. İtiraf edelim, bu bölümün son saniyesi itibariyle hepimiz ters köşe olduk. O çocuğun Aaron olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Kate, ya gerçekten bildiğimiz Aaron'ı evlatlık edindi (en kuvvetli ihtimal bu), ya da Sawyer'dan olan çocuğuna Aaron adını verdi (pek zannetmiyorum). Sawyer'dan olan çocuğu dedim ama eğer Kate gerçekten adada hamile kaldıysa ve Aaron da Kate'den doğduysa, Aaron'ın babasının Sawyer değil, Jack olabileceğini düşünüyorum. Zira Kate, bölüm boyunca hamilelik muhabbeti yapınca, nedense ben Kate'in Jack'den hamile kaldığını düşünmüştüm. Aaron'ın, Claire'in çocuğu olduğunu varsayarsak, Claire'in adada ölmüş olabileceği tahminine varabiliriz. Aksi takdirde Claire, çocuğunu kesinlikle başkasına vermez. Ancak yukarıdaki linkte de yazdığı gibi Claire, adaya düşmeden önce çocuğunu Los Angeles'lı bir aileye vereceğini medyumdan öğrenmişti. Bunun için de Claire'in, çocuğu istemeden de olsa Kate'e vermiş olabileceği ihtimali var. Aaron'ın da adadan kurtulduğunu öğrendik ama Oceanic 6 içinde olduğunu sanmıyorum. Yani hala kurtulan iki kişi belli değil. Sun ve Jin olması muhtemel. Bu arada, 3. bölüm yorumlarımda belirttiğim, 3. sezon finalinde Kate'in "Beni bekliyor." dediği kişi, Benjamin değil, Aaron'muş. Yani bu teorim de tutmadı, oysa çok ümitliydim. Bu bölümde başka bir şey de öğrendik: Adadan 8 kişi kurtulmaya çalışıyor ama 2 kişi ölüyor. Bu iki kişiden biri Claire olabilir. Bir başka soru işareti de, acaba Jack, Aaron görmeye neden gitmek istemiyor? Bildiğimiz gibi Claire, Jack'in üvey kardeşi, dolayısıyla Aaron da yeğeni oluyor. Acaba Claire'a karşı bir pişmanlık duyduğu için mi; yoksa Aaron, daha önce küçük bir ihtimal olarak belirttiğim üzere, Kate ve Sawyer'ın çocuğu mu? Ama öyle olsaydı Kate, Jack'e çocuğu görmesi için o kadar baskı yapmazdı tabi ki. Belki de söylediğim gibi, gerçekten Kate ve Jack'in çocuğu da olabilir. Adaya dönecek olursak, Miles, Benjamin'den 3.2 milyon dolar istiyor. Neden 3.2 milyon dolar istediğini, Benjamin de anlamıyor. Yukarıda verdiğim linkteki yorum bana da mantıklı geldi: Miles, Benjamin'in ajanı ve aralarında şifreli konuşuyorlar. Paradan bahsetmişken, Kate, adadan kurtulduktan sonra o kadar parayı nereden buldu? Müthiş bir evi, hizmetçisi falan var. Bu durumda insan düşünüyor: Acaba adada bir para kaynağı mı var? Ya da, Kate de, Sayid gibi, Benjamin için mi çalışıyor? Bu bölümde ayrıntı olarak verilmesine rağmen, ileriki bölümlerde içinden bir şey çıkacağını düşündüğüm konu ise, Daniel Faraday'in hafıza kaybı. Acaba hafızasındaki bu eksiklik, adaya inince mi meydana geldi; yoksa adanın gücünün, bu eksikliği yok edeceğini düşündüğü için mi adaya geldi? Başka bir küçük ayrıntıda ise, Sun ve Jin'in Amerika üzerinde konuştuklarını görüyoruz. Bu konuyu da devam ettireceklerdir umarım. Hatta Sun ve Jin'in Oceanic 6 içinde olabileceği, kuvvetle muhtemel bir teori. Yine çok güzel bir bölüm izledik, yine hiçbir cevap alamadık.

21 Şubat 2008 Perşembe

Lost: The Economist

Lost 4. sezon 3 . bölüm için spoiler içerir!

N'aptın Sayid? O adamla ne işin var senin? Sen gönül adamısın Sayid. Ne o briyantinli, smokinli, komprador uşağı kiralık katil halleri öyle? Yakışıyor mu sana? Nerede o eski "My name is Sayid Jarrah. I'm a torturer." dönemlerin, nerede şimdiki "I'm a head hunter." triplerin. Çıkar o smokini, sıfır kol, siyah atlete geri dön. Bu mesaj da benim kafayı yediğimin işaretidir. Bitsin bu Lost ya. Yarın senaristler çıkıp da, "Lost'u bitiriyoruz burada. Sonunu da söylemeyeceğiz. Beynimizi ütülediniz saçma sapan teorilerle. Lost, most yok size." derlerse, vallahi de sevinirim. Bu kadar soru işaretini kaldıramıyorum. Bir de 31 dakikalık zaman kayması olayı çıktı şimdi. Sawyer'la, Kate de aynı odada kaldı. Ama Sawyer'a da yazık ya. Doğru söylüyor adam. "Buradan niye gideyim ki? Bekleyenim yok benim." diyerek Kate'e bir mesaj vermeye çalıştı ama pek sallamadı Kate. Hele Hurley'e ne demeli? Herkesten beklerdim de, Hurley'den beklemezdim bu üçkağıtçılığı. Ama Sayid'in de, Charlotte'u almak için Locke'la pazarlık yaparkenki bakışlarını hiç beğenmedim. Gizli bir pazarlık yapıp, Jack'in kuyusunu kazıyor gibi geldi bana. Ne istiyorsunuz bu Jack garibanından ya? Faraday çok komik, Charlotte çok güzel. Miles da ölsün orada. Şimdi bu 3. sezon finalinde, Jack'le Kate, flashforward sahnesinde konuşurlarken, Kate; "Gitmeliyim. Beni bekliyor." demişti ya. İşte o "Beni bekliyor." dediği adam, Benjamin değilse, ben de adımı değiştiririm. Bu seferki teorimden umutluyum ve bu doğru çıkacak gibi. Benjamin'in, Sayid'in arkadaşlarından ne istediği de bölümün en büyük soru işareti. Ha, bir de şu var: Oceanic 6 kim? Yani adadan kurtulan 6 kişi kim olacak? Kate, Jack, Hurley, Sayid, şu ana kadar öğrendiklerimiz. Benjamin ve Desmond da kurtuluyor ama onlar zaten uçakta değillerdi, onun için bu 6 kişinin içine giremezler. Yani 2 kişi daha kurtuluyor adadan. Hadi bakalım...

6 Şubat 2008 Çarşamba

Ulak


Çağan Irmak yine yapmış yapacağını. Tipik bir Çağan Irmak hikayesi ve filmi... 'Ulak'ta, 'Babam ve Oğlum'dakine benzer direkt mesajlar yok. Çağan Irmak bu kez seyirciyi daha fazla yormak ve düşündürmek istemiş belli. Filmin bir ana konusunu bulamadım ben. Okuduğum hiçbir yorumda da böyle bir konudan sözedilmiyor. Tamam, tanıtım metinlerinde Hekim Zekeriya'nın köy köy dolaşıp, çocuklara Ulak İbrahim'in masalını anlattığı yazıyor ama benim kastettiğim konu bu değil. Yani bir üst metin yok filmde. Buna karşılık bir çok alt metne sahip.
Çetin Tekindor'un canlandırdığı Hekim Zekeriya, bir gezgin. Köy köy geziyor ve çocuklara, kendi uydurduğu, biraz dramatik ve bol miktarda da psikolojik ve hatta çocuklar için epey bir fantastik öğeler barındıran, Ulak İbrahim'in masalını anlatıyor. Son gittiği köyde, bu görevini yerine getirmek biraz güç oluyor, çünkü o köyde, masaldaki kötü insanlara benzeyen köylüler bol miktarda bulunuyor. Ancak Zekeriya yılmıyor ve masalını tamamlıyor. Hem de müthiş bir sonla.
Çağan Irmak, filmi yazarken, belli ki bir çok filmden ve efsaneden etkilenmiş. Filmin o masalsı anlatımı ve çocuklar üzerinden hikayeyi anlatma biçimi bana, 'Pan's Labyrinth'i anımsattı. Düzeni bozulmuş köy imajı ise, Shyamalan'ın 'The Village'ı ile benzerlikler gösteriyor. Filmin sonuna doğru gerçekleşen katastrofik durum ise, 'Sodom ve Gomorre' efsanesiyle birebir örtüşüyor, zira bu efsanedeki kavmin kurtarıcısıyla -ki bu iki şehir kurtulmamış ve yokolmuştur-, filmdeki kurtarıcının adları bile aynı: İbrahim. İbrahim'in yazdığı kitap da, şüphesiz bir kurtuluş kitabı. Yani bir kutsal kitap. Kitabı çoğaltmaya gelen arkadaşlarına da, 'havari' diyebiliriz. Muhakkak daha birçok yerden esinlenilmiştir ancak bunların hepsini birleştirip, etkileyici bir masal haline getirmek için de mutlaka bir Çağan Irmak dehası gerekiyor.
Daha önce de bahsettiğim gibi filmde çok fazla fantastik ve psikolojik öğeler mevcut. Havarilerin hayaletleri, cüzzamlı köy, birkaç yerde karşımıza çıkan nur, kimilerine korkutucu bile gelebilir. Bu tür bilinçaltı ve gerçek üstü öğelerle bezeli, başka bir Çağan Irmak yapıtı olan 'Kabuslar Evi'ni izlemiş ve çok beğenmiş biri olarak, bu adamın nasıl bir düşsel dünyaya sahip olduğunu çok merak ediyorum.
Filmin oyuncuları, Çağan Irmak'ın kadrolu oyuncuları diyebileceğimiz isimler: Çetin Tekindor, Şerif Sezer, Hümeyra, Yetkin Dikinciler, Ümit Çırak ve Mahmut Gökgöz'ü Irmak'ın hemen hemen her filminde görüyoruz. Bu isimlerin arasına Kaya Akkaya, Feride Çetin ve Melis Birkan da katılıyor. Oyuncular içinde sadece Hümeyra'nın oyunculuğunu beğenmedim. Belki de çok düz bir oyunculuk sergilediğinden dolayıdır. Babam ve Oğlum'da, Kabuslar Evi: Son Dans'ta ve hatta bir komedi dizisi olan Avrupa Yakası'ndaki oyunculuğuyla, bu filmdeki oyunculuğu arasında bir fark göremedim. Çetin Tekindor'un o karizmatik sesi bile, izleyiciyi etkilemeye yeter. Hümeyra gibi Şerif Sezer'in de filme, oyunculuk alanında çok fazla katkısı olmamış bence. Yine bildiğimiz Şerif Sezer. Ancak diğer genç oyuncular kusursuza yakın bir performans yakalamışlar. Filmdeki çocuk oyunculara da ayrıca değinmek istiyorum. Hepsi de çok başarılı ve etkileyiciler. Özellikle, babasından devamlı şiddet gören, hiçbir arkadaşı olmayan, tüm günü dağlarda koyunları otlatmaktan ibaret olan Ferhat'ın, gizlice dinlediği masaldan sonra yaşadığı değişim görülmeye değer.
Mekanı ve zamanı belli olmayan filmde, ısrarla üzerinde durulan "Günahı işleyen kadar, onu bilip de susan da, bir o kadar suçludur." vurgusu, her insanın kötülükleri değiştirmek için yapabileceği bir şeyler olduğunu anlatıyor. Ancak bu kötülükleri değiştirmek için bir kurtarıcı, yani bir ulak beklemek de, bu düşünceyle bir tezat oluşturuyor. Bu tezatı da şöyle açıklayabilirim: Kötülüklere karşı hiçbir şey yapmayıp, bir nevi kötülüğe iştirak eden kişiler, kötü bir şekilde cezalandırılırken; kötülüğe direnen ve onunla savaşan kişiler de felaketten kurtuluyor. Bana göre ulak, bu bağlamda, bir kurtarıcı değil, kendi çabalarıyla kötülüklerden arınıp, kurtulmuş insanlara bir hediye, bir lütuf olarak geliyor.
Ben filmi beğendim ve çok etkilendim. Çağan Irmak'a olan hayranlığımın, bu beğenide payı vardır muhakkak. Ama sonuçta farklı ve gişe açısından da çok riskli bir film bu. Sadece bunun için bile Çağan Irmak ve Avşar Film'i tebrik etmek gerekir. Yani para kazanmak için, 'Babam ve Oğlum' tarzı, her zaman iş yapabilecek bir film de yapılabilirdi. Çağan Irmak, istediği işi, istediği gibi yapıyor ve Türk sinemasının en önemli isimlerinden biri olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Son olarak da şunu söylüyorum: Keşke gerçekten de ulak gelse ve herkesi kötülüklerinden arındırsa.

11 Ocak 2008 Cuma

Kabadayı


Filme geçen Pazartesi günü, yani yılın son gününde gittim. Bu film bana güzel bir yeni yıl hediyesi oldu. Cesaret, çaresizlik, kaybetme, kazanma, aşk, nefret… Bu filmde hepsi vardı. Tadında bırakılmış şiddet de vardı. Tadında şiddet! Nasıl oluyorsa? Galiba şöyle oluyor: Cinayet işleyenin, banka hortumlayanın, devleti soyanların, gasp yapanların cezasız kaldığı; ülkenin aydınlarını öldüren yeni yetme tetikçilerin “kahraman” kabul edildiği bir ülkede, hak edene, hak ettiği cezayı veren “kabadayı”ların uyguladığı şiddet pek de gözümüze batmıyor. Kolluk kuvvetlerinin yapması gerekenleri yapanlara “Hay eline sağlık” diyoruz. Kendi adalet sistemini kurup, suçluları Osmanlı tokadıyla “tır çarpmışa çeviren” Ali Osman’ı suçlamalı mıyız, yoksa fakire fukaraya çorba dağıttığı için yüceltmeli miyiz? Belli ki yönetmen, bizim ikinci şıkkı tercih etmemizi istemiş. Aynı mantıkla gidersek, polis tarafından suç örgütünün içine sızdırılan Devran’a, kendi suç örgütünü kurup, ortalığı cehenneme çevirdiği için nefret beslemek yerine; tüm bu yaptıklarının aslında küçüklüğünden gelen bir nefret ve öç alma duygusunun eseri ve sevdiği kıza ulaşmak için olduğunu düşünerek sevgi duyabilir miyiz? Bu soru işaretleri karşısında neler hissetmemiz gerektiği, filmde bize tarif ediliyor. Polis ajanlığından sıyrılıp, suç imparatorluğu içinde, kendi suç örgütünü kuran Devran, gerçek hayattan birileriyle benzerlik gösteriyor. Aynı şekilde, fakire kışın kömür ve her gün de çorba dağıtan Ali Osman, yine ülkemizde yaşayan ve milyonlarca fakir fukaranın, nasıl olup da hala fakir kalabildiğine bakmayıp da, dağıttığı kömürlerle övünen bir zat-ı muhteremle benzerlik gösteriyor. Ama bu iki kişiden birisi, yaptığı işlerle övünmezken, diğeri de bu iyiliklerden rant sağlamaya çalışıyor.

Film, genel itibariyle etkileyiciydi. Her zaman iş yapabilecek temalardan, kötülerin cezalandırılması, baba-oğul ilişkisi, masum aşk-hastalıklı aşk karşılaşması ve iyilerin kazanması gibi temaların varlığı bu filmi iyi bir film yapmaya yetiyor. Diğer bir faktör de Yavuz Turgul ve Şener Şen beraberliği. Bu ikiliden kötü bir iş çıktığı henüz görülmemiştir. Filmde en etkileyici sahne, finale yaklaşırken izlediğimiz, Murat-Devran kapışmasıyla başlayan, “Devran Ruleti”yle devam eden ve Ali Osman-Devran karşılaşmasıyla sona eren sahnedir. Bu sahnede gerilim de var, komedi de, dram da. Devran ve adamlarının çiftlik evindeki Ali Osman, Murat ve Karaca’yı bulup, ormanda kovaladıkları sahnede, Ali Osman, Murat ve Karaca’nın bir hendekte saklandıkları sahne bana, Yüzüklerin Efendisi’nde Frodo, Sam ve Merry’nin, ormanda Kara Şövalye’den saklandıkları sahneyi hatırlattı. Onlar da aynı şekilde bir hendeğe saklanmışlardı.

Şener Şen yine muhteşem. Tıpkı aptal aşık Vecihi, takıntılı Badi Ekrem, dünyanın en merhametli adamı Muhsin Bey ve masum züğürt ağa gibi, kabadayı Ali Osman rolünü de Şener Şen, nakış gibi işleyip sunuyor bize. Türkiye’nin, hatta dünyanın en başarılı aktörlerinden biridir Şener Şen. Kenan İmirzalıoğlu, bence Türk sinema tarihinin en psikopat karakterlerinden birini yaratıyor Devran rolüyle. Bu rol, Kenan İmirzalıoğlu için biçilmiş kaftan. Daha önceki tüm rollerinde de korkusuz, mahalle delikanlısı, eli ağır rollerde gördüğümüz oyuncu, bu kez kötü adam olarak çıkıyor karşımıza. Öncekilerden daha korkusuz, daha psikopat ve daha başarılı bir şekilde. İsmail Hacıoğlu, en başarılı genç oyunculardan biri. Annesinden ve babasından ayrı, izbe bir evde yaşayan, asi barmen rolü için İsmail Hacıoğlu’ndan başka bir isim gelmiyor aklıma. Karaca rolünde Aslı Tandoğan vasatın biraz altında kalıyor ancak Tandoğan o filmde hiç konuşmadan, hareket etmeden de dursa olurdu bence. O kadar güzel bir kız. Sinema literatürüne geçen, filmin en akılda kalıcı ve "ölmeden önce söylenen son sözler" kategorisinde yer alabilecek "o meşhur söz"ü söyleyen Sürmeli rolünde, Rasim Öztekin, çok da başarılı olamamış. Eşcinsel rolü Rasim Öztekin’e pek yakışmamış. Daha önce hep komik rollerde görmeye alıştığımız Öztekin için, daha hüzünlü bir şekilde canlandırılması gereken Sürmeli rolü biraz ağır gelmiş sanki. Türk sinemasının bir başka büyük oyuncusu Süleyman Turan’ı Cemil rolünde izlemek bana büyük bir keyif verdi. Ruhi Sarı’ya da anti parantez saygılarımı sunuyorum. Çaktırmadan, sessiz ve derinden büyülüyor oyunculuğuyla.

Filmin can alıcı başka bir tarafı da müzikleri. Benjamin Beladi’nin melodileri, filmin duygusal ve gerilimli yönleriyle bir bütünlük oluşturmuş. Yavuz Turgul’un senaryosu klasik bir senaryo sayılabilir. Yani daha önce onlarca kez, benzer şekillerde işlenmişti bu tema. Ama bu senaryoyu farklı kılan Ömer Vargı’nın rejisi ve oyunculuklardaki başarıdır. Sonuç olarak, şaheser olacak kusursuz bir film değil ama 2007’nin en başarılı Türk filmlerinden biridir. Şener Şen’i daha onlarca yeni filmde izleyebilmek dileğiyle…